23 Şubat 2018 Cuma

Issız bir adada çay, kuru incir, okunası bir kitap

Bir ders boşluğum var cumaları. Namazdan sonra, kimsenin olmadığı sınıfa dönüp bir şeyler okuyorum. Sırf bunun için iptal ettim o dersi. Başkalarının cümlelerini okuyarak kafamı dinlendirmeye ihtiyacım var. Karton bardakta çay, evde güzelce yıkayıp getirdiğim bir kaç kuru incir ve okunası bir kitapla ruhuma lazım gelen ortamı sağlıyorum.

Ama bugün değil. Bugün, yetiştiremedikleri ödevlerini yapmak üzere sınıfta kalmış birileri var. Çok yakın arkadaşlar, belli. Huzursuz edici bir şekilde konuşuyorlar birbirleriyle, sürekli bir çıkışma hali. Fütursuz bir dili yakın arkadaş olmanın gereklerinden sayan insanlar var, biliyorum, başıma geldi. Dostlar arasında nezakete gerek olmadığını iddia ettiler. Bunun samimiyetsizlik olduğunu düşünüyorlardı herhalde ama o kadarını söylemediler.

Nezaketimin samimiyetsizlik olarak görüldüğüne yeniden şahit oluyorum son zamanlarda. Bazı insanlar anlamadıkları, daha doğrusu kendilerine benzemeyen insanları direk reddediyorlar. Sadece gülümseyerek ve selam vererek mutlu mesut yaşayabilecekken, ne tuhaf. 

"Benim sevdiğim şeyi sevmiyor, bana benzemiyor ama yine de gülümsüyor, yine de güzel güzel konuşuyor benimle. Seviyor mu beni yani? Seviyorsa niçin her zaman yanıma gelmiyor? Niçin sürekli benimle ilgilenmiyor?" 

Hepimiz beklenti dolu yaratıklarız, eminim bundan. Ama bazıları, beklentileri karşılanmayınca, soğuk suratların ve bet seslerin arkasına saklıyorlar yüreklerini. Nezaketiniz samimiyetsizlik onlar için. Emeklerinizin zaten değeri yok, az bile yaptınız, daha çok zaman harcamalıydınız! Halbuki artan sorumluluklarıma zor yetişiyorum son zamanlarda. Kimseye ayıracak vaktim yok. Kendime ayırdığım saati derslerimden çalmak zorunda kalıyorum işte. Onu da, bugünkü gibi, huzursuz konuşmalara şahitlikle geçiriyorum bazen. Bir ada yok mudur inzivaya çekilecek? Varsa yanımda götüreceğim üç şey çay, kuru incir ve okunası bir kitap olacak sadece...  

1 Şubat 2018 Perşembe

Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı (Mustafa Kutlu)

Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, unutulmuş bir devlet dairesinde arşiv memuru olarak çalışan Tahir Bey’in hayatının yazar Mustafa Kutlu tarafından kaleme alınışının hikâyesi. (Doğru okudunuz) Mustafa Kutlu hikayeyi, hikayeye dahil olarak, birinci ağızdan anlatıyor. Bunu yapabilmek için de kitabında bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Bir mekânı nasıl gezdiğini anlatmakla başlıyor önce. Bir mekân nasıl gezilir, bir hayat nasıl yaşanır… Yaşama adabı –veya sanatı- konusunda ders niteliğinde ilk sayfalar. Örnek olsun diye ilk paragrafı iliştireyim şuracığa:

Bir beldeyi, mahalleyi, sokağı, şehri tanımak mı istiyorsunuz; orayı mutlaka yaya dolaşmalısınız. Aman acele etmeyin.
Yavaş!
Yavaş!
Bir binanın merdivenlerinde, bir ağaç gölgesinde, birkaç masasını kapı önüne atmış bir çay evinin tahta sandalyelerinde oturup nefeslenin.
Etrafınızı dikkatle ve defalarca gözden geçirin. Kaldırımlara, bahçe duvarlarına, duvarlardan sarkan leylak dallarına, gelip geçen arabalara, insanlara, sokakta oynayan çocuklara, çatılara, kuşlara bakın.
Bulutları ihmal etmeyin.
Gökyüzündeki her bulut dakikada bir biz ona bakalım diye şekil değiştirir. 

                              
Bu minval üzere anlatıyor ve geziyor. Sonra enteresan bir bina görüp içine giriyor. Orada önce müstahdem Şeref Efendi’yle, sonra da Tahir Sami Bey’le tanışıyor. Böylece asıl hikâyeye, Tahir Sami Bey’in hikâyesine geçiş yapıyoruz. Anlatıcının bizzat Mustafa Kutlu olduğunu da bu sıralarda anlıyoruz.
***

Tahir Sami Bey’in özel hayatında neler var peki?
Atalar var öncelikle, Tahir Sami Bey’i Tahir Sami Bey yapan uzun bir geçmiş. Birlikte bir ömür geçirilen iki tane kız kardeş var. Genç yaşta öğrenilen ciltçilik zanaatı var. Balya balya eski gazete ve bu gazetelerden kesilmiş köye ve köylüye dair haberler var. Niğde’nin bir köyü için özenle çıkarılmış bir köy dergisi var. Buna dair umutlar ve hayal kırıklıkları var. Ne iş yaptığı belli olmayan bir devlet dairesinde geçirilen tekdüze yıllar var. Kapanmak üzere olan bir antika mağazasındaki Grace Kelly’ye benzeyen kadın ve onun giderken arkasında bıraktığı boşluk var. Ve tabi kitaplar var. Odalardan taşan, kız kardeşleriyle arasını bozup Tahir Sami Bey’i yalnız ölmeye mahkûm eden kitaplar…
***
Grace Kelly’ye benzeyen kadın, Tahir Sami bey’in ardından bakarken “hangi kitap bir insanın yerini tutabilir?” diye düşündüğünde aklıma Abdullah Harmancı’nın Yerlere Göklere isimli kitabındaki tek sayfalık bir hikâyesinde geçen adam geldi hemen. Ömrünü kitap biriktirmeye adamıştı adam, bununla ünlü olmuştu. Sonra bir gün, bir caddede yürürken, kitapların damarları olmadığını fark edivermişti aniden. (Damarlardan sevgiler, damarlardan acılar, damarlardan umutlar akmıyordu...) Damarsız varlıklar için harcadığı 60 yılın sonunda, adeta esefle, öylece kalakalmıştı…
***

İçinden kan geçen damarları yok kitapların. O halde hepsini toplasan bir insan hayatı eder mi? Ya da hayatın kendisine bedel mi okumak? Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı bunu getiriyor akla. Kitabın sonunda, soğuk bir arşiv odasında bir başına ölen Tahir Sami Bey’in o çok sevdiği, gözü gibi baktığı kitaplarına ne olduğunu soruyor Mustafa Kutlu okuyucuya. Bilmiyoruz. Bilemeyiz de. O halde neden soruyor acaba yazar bu soruyu bize? Ne demek istiyor? 

Şu ana kadar on kitabını okumuş bulunduğum Mustafa Kutlu’yu anlamaya bu kitapla başladım diyebilirim. Yazarı tanıyabilmem için kendisini bir karakter olarak önüme koyması icab ediyormuş! Bazen böyle oluyor, bazı şeyleri sadece kağıt üzerinde, kelimelere dökülmüş haliyle anlayabiliyorum. Benim için kitapların önemine örnek olsun bu. Yine de, şu yaşımda anladığım bir şey varsa, o da dünyalıklar arasında hiç bir şeyin insan hayatına bedel olmadığı. En büyük hediye hayat. Kitaplar onu doğru kullanmak için kullanım kılavuzları sadece...