18 Eylül 2023 Pazartesi

Bazı geceler, bazı cümleler ve şükürler

 Kitaplığımın alt dolapları kalemlerim, defterlerim, dosyalarım, haritalarım, vb cüziyyatı bünyesinde toplamak üzere haftalardır düzenlememi bekliyor. Bu yazıyı yazdığım masada bile bu ufak tefekten bolca var. Dağınıklık beni yavaşlatıyor, odağımı kaybetmeme neden oluyor, yine de bir hamle edip de başlayamıyorum toparlanmaya. 

Aslında bunları yazmak üzere gelmedim bilgisayar başına ama her bir tarafım dolu olunca zihin ister istemez oraya aktı. Bu arada yeri gelmişken, zihin dağınıklığı beni mekan dağınıklığından daha fazla sersemletiyor. Ve zihnimdeki çeşitli bölgeleri derli toplu ifadeleriyle toparlayıp netleştiren yazın ve yazarlara kalbimde özel yer ayırıyorum. Bu ara okumakta olduğum İdeolocya Örgüsü'nde ilk kez kalemine şahitlik ettiğim Necip Fazıl da o yerlerden birini hemencecik aldı. Ve bundan önceki MTO okumalarımda Sezai Karakoç'un yaptığı gibi, beni ekstra okumalar yapmaya itti. 

"Sadece belgesel" elitlerinden olmadığımı ifade etmek ve yazının asıl konusuna girmek gerekirse; bu ekstra okumalardan bazıları, son günlerde kız kardeşimle eş zamanlı izlemek niyetiyle başladığımız Alparslan dizisi üzerine oldu. Günün işi gücü harı gürü hafifleyince, oğlumu oyuna salıp, tarih kitaplarından bir ikisini sehpanın üzerine toplayıp erken Selçuklu ve Alparslan dönemini okudum. Malazgirt Zaferi'nin anlatıldığı bölümde Alparslan'ın kefeni temsilen giydiği beyaz giysi, beyaz atının kuyruğunu kendi eliyle bağlaması (buna kuyruk tüğmek denirmiş) ve 50 bin kişilik ordusu ile ovanın ortasında kıldığı cuma namazı aklıma kazındı. 

Sonra gece oldu, kuzu uyudu. Yine MTO kapsamında başladığım, (aslında 2015'ten beri kitaplığımda olan) Beş Şehir'in ilk bölümünü okurken, Tanpınar yaşadığı zamanın Ankara'sından 1071 yılının 26 Ağustos gecesine sorgulayıcı bir dönüş yaparak, gündüz okuduğum yüzeysel tarih bilgisinin derinlerine inmeye zorladı beni: 

"Bu geceler düşüncemi başka büyük geceye, 1071 senesi Ağustos'unun 26. gecesine götürüyor. Malazgirt’te bileğinin kuvvetiyle, dehasının zoruyla bize bu aziz vatanın kapılarını açan Alparslan’ı, muharebe emri vermeden evvel hangi kuvvetler ziyaret etti ve ona neler gösterdi? Üç kıtada genişleyecek yeni bir Roma'yı kurmak üzere olduğunu, talihini, avuçları içinde taşıdığı milleti, yeni bir tarih ve coğrafyanın emrine verdiğini, yeni bir terkibin doğmasına bir çınar gibi yetişip kök salmasına sebep olduğunu acaba hissetmiş miydi? Hiç tanımadığı, dehalı çocuklar müstakbel zaferlerin kumandanları, henüz söylenmemiş şiirlerin şairleri, henüz yükselmemiş şaheser yapıların mimarları, henüz duyulmamış nağmelerin bestekarları etrafında henüz açmamış bir fecrin gülleri gibi dolaşmıyorlar mıydı? Gözlerinde Sultan Hanı’ndan, ince minareden bir hayal yok muydu? Eğer yokduysa, bütün bunlardan habersiz, bu müjdeleri içinde konuşur bulmadan o büyük işi nasıl yaptı?”

Bu tür tedrisat sıkça nasip oluyor bana. Yani bir konuyu okuduktan öğrendikten sonra, onun çok kısa zaman içinde şurdan veya burdan pekiştirildiğine şahit oluyorum. Bunun için, ve zihnimizi  düzene sokan tüm cümleler için, ve dahi bizi daha derinlere, daha geniş ufuklara götüren tüm yazar ve mütefekkirler için şükürler olsun...